بسم الله الرحمن الرحيم الحمد لله رب العلمين و الصلاة والسلام على سيد المرسلين اما بعد
جماد الآخر 1437 بورصه11
ASLIM BELLİ DE NESLİM NEDİR?
Ağalar, aslın beyânı terkibi üstüne söz etmiş ve aslınne olduğunu karara bağlamış idik; Yüce Kur’ân, Yüce Sünnet ve Yüce Kâinât. İmdi beyân kısmına nazar etmeğe başlayalım.
ويقال: بانَ الحقُّ يَبينُ بَياناً، فهو بائنٌ، وأَبانَ يُبينُ إبانة، فهو مُبينٌ، بمعناه ومنه قوله تعالى: حم والكتاب المُبين؛ أَي والكتاب البَيِّن، وقيل: معنى المُبينالذي أَبانَ طُرُقَ الهدى من طرق الضلالة وأَبان كلَّ ما تحتاج إليه الأُمّة؛
: بانَ يَبينُ بَياناً، فهو بائن ile أَبانَ يُبينُ إبانة aynı manaya geliyor imiş;sülâsî ile rubâîsi aynı manaya geliyormuş.والكتاب المُبين denilince delâlet yollarından hidâyet yollarını ayıran, farkı açıklayan kitab; Ümmeti Muhammed SAV’in ihtiyacı olan her konuyu açıklayan kitab anlaşılırmış.
وتقول: ضربَه فأَبانَ رأْسَه من جسدِه وفَصَلَه kılıçla vurdu ve kafasını bedeninden ibâne etti denilince; kafasını gövdesinden ayırdı manası murâd olunurmuş.
Söz nerelere dönecek şimdi bak sen. Sözler harman. Yeryüzünü, kürrey-i arzı, sözün toplandığı saha kabul ettiğimizde, Muhammed Mustafâ SAV’in sözü de Ebû Cehlin sözü de harmanda.
Ekmek elde etmek için buğdayın harmanlanıp samanın ve sapın ayrılması ve tanelerin bir çuvala konup; evvelâ anbara bilâhere de değirmene götürülmesi nasıl gerekli bir işlem ise sözde de benzer bir işlemi yapmak ihtiyacı varmış. Şunlar sap, bunlar saman diyebilecek erlere ihtiyaç varmış.
Elek nasıl bir elek olacak? Mısır eleği ile buğday elemeğe kalkarsak, tüm tanelerin alta geçtiğini, eleme işinin pek işe yaramadığını görürüz. Demek ki eleğin seçimi de önemli imiş. Eleme işinde kıvamı kaçırırsak işe yarayacak tanelerin de eleğin altına düşme ihtimâli var. Yeteri kadar sallamazsak buğdayın ya da mısırın pelis kalma ihtimâli var.
Kâinâtı beyân etme yöntemimiz ile Sünneti ve Kur’ân’ı yorma biçimimiz aynı olmak lâzım gelirmiş. Biri diğerinden farklı yöntemlerle îzah edilecek olunursa bu sap saman ayırma işi sağlıklı yürümezmiş. Tevhidin, bunları aynı yöntemle açıklarken ortaya çıkacağı unutulmamalıymış.
Bizi Kâinâta bağlayan, beslenirken kullandığımız gıda ile bizzat kendi bedenimizin toprak oluşudur. Kâinât bir yana biz bir yana deme imkânımız yok.
Kâinâtın binbir türlü hali, nâmütenâhî cilvesi var. Sayısız zıtlık Kâinât harmanında toplanmış; gece- gündüz, yaz- kış, nevbahar- güz, sovuk- sıcak, kadın- erkek, yer- gök, kara- deniz, dere- tepe, ova- dağ bunlardan sadece birkaçıdır.
Yazı mihverinden sapıyor mu kâtib, gidiş nereye?
İnsanoğlu, Âdemoğlu Kitâb’a neden muhtaçtır? Soruya verilecek herhangi bir cevab dahi Kâinât ile bağımızın zikredilmesi gerektiğini fısıldar bize. Bu vesileyle ey okuyucu, telaşlanma. Mihverin etrafında dolanıp duruyoruz. Yoldan sapmadık.
Yukarıda birkaçını saydığımız zıtlıkları derleme, bir dosyada toplama ihtiyacı duymuş insanoğlu. Çok yollar denemiş. Bulduğu yolları; mermere kazımış, yaşadığı mekanların duvarlarına nakşetmiş, kağıdı icâd edeli beri de kaleme almış. Bulduğu formüllerden yola çıkarak âleme nizâm vermeğe çalışmış; şehirler kurmuş, binalar inşa etmiş, âbideler dikib karşısına geçip divân durmuş.
Kendi bedenini açık edeyim, îzâha kavuşturayım derken, Kâinâtın İzâhının beraber olması gerektiğini görmüş, nüveyi îzâh edeyim derken âlemlerin îzâhına maruz kalmıştır.
Sözler söz üstüne, gözler göz üstüne konmuş, sözler gözlerle elenip ayıklanmağa zaruret hâsıl olmuştur. Eline aldığının taş olduğunu söylemek için kendi gözlemi kâfi gelmemiş, “taş” sözünü aramıştır.
Bereket ilk insan aynı zamanda ilk Nebi olduğu için hem bakmadan evvel, hem de bakıp yanılırsa nasıl davranacağı söylenmiş O’na. Kitâb, Kâinâtı okuma kılavuzu ve kullanma kılavuzu olarak ilk insandan beridir varolagelmiştir.
Sâmirî’nin buzağı yapıp böğürtmesi karşısında bazı insanlar kendisini alamamış ve bu yapma buzağıya ilâhmışcasına tapmağa yeltenmişlerdir. Vatka ki Mûsâ Aleyhisselâm Tur’dan dönmüş ve buzağıyı unufak edip denize atmıştır.
Son üçyüzyıldır insanlık yeniden yapma buzağıları öne çıkarmış, olmayanı olur göstermeyi başarmıştır “demir” yardımıyla. Savaşların bombalarla oluşu, üstümüzden teyyârelerle ve füzelerle vuruluşumuz, bildiğimiz usullerle savunma hakkımızı elimizden tamamen almıştır.
Demir filizinin belli formüllerle işlenişi sayesinde ortaya çıkan bu yeni buzağı; namı diğer teknoloji, bütün yeryüzü âhalisini kıpırdatmış, kimini yerinden yurdundan etmiş, kimini ana babasını sorgular hâle getirmiştir.
İnsanlardan pek çoğu, mukaddes bildiklerinin sahici olmadığı vehmine kapılmış, kimisi biraz yumuşatarak; anlayışlarının hatalı olduğunu, aslın değerinden hiçbirşey kaybetmediğini vurgulamışlardır.
Bazıları tüm eldekileri bir kenara koyup, “aslı” asra söyletmeği savunmuşlar ve her âyeti, tekniğin son geldiği aşamayla îzâh etmeği yeğlemişlerdir. Bu yöntemle hareket edersek biz de aslımızdan kopmadan şimendifer yapar hale gelir; kendi bindiğimiz tomofili üretir hale gelebiliriz diye akıl yürütmüşlerdir.
Kilise doğruluğunu kaybedeli asırlar olduğu için, kiliseden kopuş adeta doğruluğa koşuş olmuştur. Kur’ân bir tarafa konularak yapılacak değerlendirmeler aynı olur mu? Olmaz diyenler en az iki bölük olmuşlar; biri bilimle beraber, bilimin verilerini alarak, yöntemini kullanarak Kur’ân’ı anlayalım; diğeri -ne olursa olsun- Kur’ân, kendi içinde anlaşılmalı demişlerdir.
Bilimin yöntemiyle Âyât-ı Kur’âniyye’yi beyâna kalkışanlar, asrın idrâkine İslâm’ı söyletme gayreti içinde olanlardır. İkinci bölüğün de alt bölükleri vardır. Kısaca miras olarak aldığımız ne varsa göz önüne alınmalı, âyâtın tefsiri için garbın iğvasına kapılınmamalıdır.
Aslın beyânı bu devrede ortaya çıkan bir terimdir. “Aslı” hangi usulle beyan edeceğiz? Kâinâtı açıklamak ile Kur’ân ve Sünneti anlamak çabası nasıl bir araya getirilebilir? İpuçlarımız neler olacak? ”Aslın” beyânı ile ortaya çıkan tarz-ı hayât ile asrın idrâkinin söylediği İslâm neticesinde belirecek tarz-ı hayat, farklı mı olacaktır? Asrın idrâkinin söyleyeceği İslâm anlayışında belirsiz olan idrâk meselesinin açık olmayışı idi. Aslın beyânı hususunda da usûl önem kazanacağa benzer.
Usûl meselesine dalıp dünya kadar mezâhibi saymağa hâcet var mıdır? Saysak elimize ne geçer? Mezâhib cemiyeti iç ve dış hücûmlardan koruyabilmiş mi? “Çağ” ile “bağ” arasında inleyen cemiyetin salahı nasıl gerçekleşecek? Bu karanlık gecenin yok mu sabahı?
Bağı koparsak ne ile yola devam edeceğiz? Çağa uysak bizi götüreceği yer okyanusların necâset ile asliyetini kaybetmesi ile hemcins evliliğidir. Müstakbelde ne şenâetler irtikâb edeceği, neler yapacağı mechûldür. Namusu ve kamusu muhafaza ederek çağa uyma imkânsız gibidir. Hele bir de Kur’ân gibi bir kitabı bu anlayışın yorumladığını tasavvur ediniz. Netice İslâm mı olur; adüvvü ezeli şeytana teslimiyet mi?
Mezâhibe sarılsak İslâm yurdu mezbahâneye dönüşüveriyor. Sıffinler, Cemeller, Kerbubelâlar, Havâric ayaklanması…
Ne insafsız adamsın kâtib, bizi kırk satır mı; kırk katır mı ikileminde bıraktın. Birazdan yazıyı noktalar çeker gidersin. Ya biz? Bu bâziçeden nasıl akl-ı selîm ile çıkarız?
Bir yolu vardır elbet. Yazıyı bıraksam bile Rabbim beni bırakır mı? “Diri diri gömülen sabi kızlara sen neden öldürüldün? Suçun neydi?” diye soracak olan bana: “ Ne yaptın sen? Ben ipimi uzatıp tutunun, dağılmayın diye ferman ettiğim cemiyeti, neden yol yordam bilmezlermiş gibi beyân ettin?” demez mi?
İşte, buyruk beni bana bırakmaz. Ben de sizler gibi sızılar, beyin zonklamalarıyla geçireceğim günlerimi. Hedef: Aslın beyânı yöntemiyle İslâmın yaşanabilme imkânını aramak. Bulmasam bile arayan olarak teslim-i rûh etmek, yatıp çağa teslim olmaktan iyidir.
Rabbim beni bana bırakma. İpine sımsıkı sarılıp, gözünü Muhammed Muhtar SAV’in izinden başkasına dikmeyenlerden eyle beni. Bize değer verip indirdiğin kelâmı fehmedib amel edenlerden eyle. Yönelişimiz sadece sana olsun. Arıt ağyara meyletmek isteyen parçaları bizden. Sen Mevlâmızsın. Âmîn…
Mustafa Alfer’in Diğer Yazıları İçin Lütfen TIKLAYINIZ>>>